Acı hayatın içkin bir parçası. Herkesin üzerine kelam edebileceği kadar tanıdık bir olgu. Acı çekmemiş insan olmuş mudur hiç? Yazarlar, şairler, düşünürler sıklıkla acıyı işler eserlerinde. Şarkılarda yankı bulur acılarımız. Resimlere dökülür. Sanatın acılardan doğduğu söylenmez mi hep? Canımızı yakan şey, yaratıcılığımızın ve yaşam enerjimizin kaynağıdır aslında.
Sahi nedir acı dediğimiz şey? Bizi, kimliğimizi, varlığımız nasıl etkiler? Hayatı zorlaştıran acı mıdır, yoksa acıyla kurduğumuz ilişki mi? Şu bir gerçek ki insan yüzyıllardır acının matematiğinin peşinde. Acıdan kaçmak için yapıyoruz bunu. Ondan bir an önce kurtulmak, sıyrılmak istiyoruz. Bu yolda bazen misliyle acı çekerken buluyoruz kendimizi. Kabul etmemiz gerek: Acı hep vardı ve hep olacak. Var oluşun ayrılmaz bir parçası olarak hep karşımıza çıkacak. Ve bu konuda nispeten demokrattır yaşam. Herkes payına düşeni alır. Acısız aşk var mıdır mesela? Acısız başarı? Yemeğe bile tadını verdiğini söyleriz acının. İçimizi yakar, kavurur. Ama güçlendirir de sonunda.
Öyleyse acılarımızı kucaklamak dışında bir seçeneğe sahip değiliz. Acı bedensel, zihinsel, duygusal ve ruhsal katmanları olan, çok öznel bir deneyim. Bizi yaşamı bütünüyle hissetmeye davet eden bir deneyim. İnsan ruhu zorlanmalardan geçmeden ilerleyemez. Çünkü ilerlemek için ilk koşul konfor alanımızın bozulmasıdır. Ancak bu olduğunda öğrenmenin kapıları aralanabilir. Acılarımızı birer öğrenme fırsatı olarak algıladığımızda yaşamın bütün renkleri değişecektir. Bakış açımız genişler, alma kapasitemiz artar. Olgunlaştırır acı bizi, kırılganlıklarımızla buluşturur. Acıyla baş etme kapasitemiz geliştikçe, mutluluğu yakalama şansımız da artacaktır.
Acılarımızla helalleşmeliyiz. Anlayarak başlayabiliriz bu işe. Anladıkça iyileşiriz.