Yaşamın belki de en zorlayıcı yönü, bizi dönem dönem değişim temasıyla karşı karşıya bırakmasıdır. Bazen değişmek, bazen birilerini ya da bir şeyleri değiştirmek isteriz. Bazen değişmemiz gerekir. Bazen değişime direniriz. Değişim olgusu, biz onu nereye koyarsak koyalım, öyle ya da böyle mutlaka karşımıza çıkar.

İnsan, çoğu zaman, kendini değiştirmektense başkalarını değiştirmeye yönelir. Değişimin sancılardan geçen bir süreç olduğuna dair içsel bilginin sonucunda ortaya çıkan doğal bir reflekstir bu. Hepimiz, daha kolay olduğunu varsaydığımız şeyi seçmek isteriz. Oysa başkalarının üzerindeki etkimizi kontrol edebilme yetimiz yoktur. Bizden başkalarına giden her türlü ileti, onlara, ancak onların filtrelerinden geçerek ulaşır. Bu filtreleri belirleyen de onların kendi kişisel tarihçeleridir. Tam da bu nedenle yalnızca kendimiz üzerinde çalışabilir, ancak kendimizde değişim yaratabiliriz. Başkalarının değişmesi için bir şeyler yapabileceğimize inanmak, bir illüzyondan ibarettir.

Yaşam önümüze hep bir şeyler koyar. Sorunlar, çıkmazlar, kararlar, fırsatlar… Bunların geride kalmasını beklemek gerçekçi olmaz. Bunları karşılamayı ve bunlarla beraber ilerlemeyi öğrenmekten başka şansımız yoktur. Değişmek fikri, aynı kalmak büyümenin riskini göze almaktan daha ağır bir yük olmaya başladığında gündemimize girer aslında. Ya aynı kalacak ya değişeceğiz. Ortada üçüncü bir seçenek yoktur. Aynı kaldığımız sürece aynı sıkıntılarla boğuşacak, aynı fırtınalara tutulacak, aynı çıkmazlarda kaybolacağız. İlerlemeyi seçtiğimizde ise konfor alanımızdan çıkacak, içsel gücümüzle tanışacak, aslında kendimize kavuşacağız.

Küçük bir not düşmekte yarar var: Değişim zamanları vedalarla karakterizedir. Eski alışkanlıklara, eski dostlara, eski inançlara, eski yöntemlere veda ederiz. Diyebiliriz ki her büyüme süreci doğası gereği kayıplar içerir ve beraberinde bu kayıpların yasını tutmayı getirir. Ve sağlıklı tutulan yas süreçleri, bize yeni dünyaların kapılarını aralar.